26 Nisan 2020 Pazar

OSMANLI DÖNEMİNDE ANKARA



Sultan Alp Arslan 1071 yılında, Malazgirt’te, Bizans’ı bozguna uğratarak Selçuklu Türklerine Anadolu’nun kapısını açtı. Malazgirt zaferi ile Türkler Anadolu’ya yerleştiler. Malazgirt Muharebesi Türk ve dünya tarihinin dönüm noktalarından biri oldu. Bu zafer sonunda, Bizans’ın bütün maddî imkânlarını kullanarak hazırladıkları büyük ordu dağıldığından daha sonraki yıllarda Türkler önemli bir direnişle karşılaşmadan kısa zamanda Ege ve Marmara kıyılarına kadar ilerledi.

Oğuzların Kayı boyundan olan Süleyman Şahın Sungur Tekin, Gündoğdu, Dündar ve Ertuğrul olmak üzere dört oğlu vardı. Bunlardan ilk ikisi Horasan’a döndü, diğer ikisi ise yanlarında yaklaşık 400 aile ile Erzurum civarına gitti ve Sürmeli Çukur Ovası’na yerleşti. Bunlardan bir bölük ise Pasin Ovası’na yerleşti.
Dündar ve Ertuğrul, emrindeki ailelerle batıya ilerlerken iki ordunun savaşına rastladı. Bu iki ordudan güçsüz olarak gördüklerine yardım etmeye karar verdiler. Bu karar onların ileriki yaşamlarını oldukça etkiledi; çünkü güçsüz olup onların yardımıyla savaşı kazanan taraf Anadolu Selçuklu ordusu, düşman ise bir Moğol ordusuydu.

Ertuğrul, bu yardımı sayesinde Selçuklu sultanı III. Alaeddin Keykubat ile tanıştı ve onu koruyucu olarak tanıyıp elini öptü. Sultan da ona hediye olarak Domaniç ve Ermeni dağları ile Ankara yakınlarındaki Haymana Ovasının Karacadağ bölgesini yaylak, Söğüt yakınlarındaki ovayı da kışlak olarak verdi. Böylelikle, Anadolu Selçuklu Devleti’nin bir uç kenti ve “Melik Şehri” olan Ankara, Osmanoğulları’nın ataları ile ilk defa 1230 yıllarında tanıştı.

Ankara’da sosyal, kültürel ve bilimsel ortamın gelişmesi Melik Şehri döneminde olmuştur. 1186 ve 1203 yılları arasında Ankara Melik’i, II. Kılıçaslan’ın oğullarından Melik Muhiddin Mesut Şah idi. Bilime ve ulemaya değer veren bir melik olarak Ankara’yı her yönden geliştirdi ve Selçuklunun önemli bir Uç Vilayeti olmasını sağladı. 1243 yılındaki Kösedağ Savaşı’nda Selçukluların Moğollara yenilmesi üzerine, Türkmenler ve Türkmen Beyleri Moğol yönetiminin ağır koşullarından kurtulmak için Ankara civarı ve batıya doğru çekildiler.

Ankara ve çekildikleri diğer kentlerde düzeni sağlamak için, Ahi Evran tarafından, Hacı Bektaş-ı Veli’nin tavsiyesiyle Ahilik teşkilatı kurulmuştur. 12. yüzyıl sonlarında, Ankara’da Ahilerin yönetimi sırasında Ankara üzerinde iki beyliğin rekabetine rastlanmaktadır. Ankara Ahileri, bu iki güçlü beylikten Karamanoğullarına karşı koymuş ve Osmanoğulları’nı tercih etmişlerdi.

Osmanlı Beyliği 14. yüzyılın ikinci yarısında çok güçlenmişti. Eski Anadolu Selçuk Sultanlığı topraklarını birleştirerek Anadolu’da siyasi birliği sağlamak için büyük çaba gösterdi. Bu süreç içinde Ankara bir sınır kenti olarak, Osmanlıların, Anadolu’yu hâkimiyetleri altına alma süresinde önemli rol oynadı.  Birkaç defa el değiştirdikten sonra kesin olarak Osmanlıların yönetimine girdi.

İlk olarak Orhan Gazi, 1356 yılında Ankara’yı hâkimiyetine almıştır. Ankara kentinin Osmanlı mülküne katılması çok önemliydi. Çünkü Ankara, Anadolu Beyliklerine karşı sağlam bir kaleydi. Ankara, Doğu Anadolu’nun fetih yolları üzerinde bulunduğu gibi, İran’dan Bizans’a giden ticaret yollarının da üzerinde bulunmaktaydı. Aynı zamanda Ankara iktisadi servetlerle de dolu bir kentti. Buğdayı, bağ ve bahçeleri ve bilhassa tiftik keçileri pek değerliydi. Bir ara Karamanoğullarının yönetimine geçen Ankara, Osmanlı sultanı I. Murat ordusuyla 1363 baharında Ankara’ya geldiğinde, Ahilerle anlaşarak Ahi yönetimindeki kenti savaşmadan teslim almıştır.

Hacı Bayram’ın doğduğu yıllarda Ankara, Osmanlılara geçmiş bulunuyordu. Bu önemli iktisadi ve siyasi merkezin Osmanlı idaresine geçmesi Ankara için de büyük sonuçlara yol açacaktır. Ankara, Osmanlıların, Anadolu’daki Beylerbeyliğine de merkezlik edecektir. Bilindiği gibi Osmanlı ülke yönetiminde, esas birim sancaktır. Osmanlı İmparatorluğu’nun idari yapılanmasıyla ilgili bir terim olan sancak, Osmanlı Devleti’nde bir bölge ya da gelir getiren has anlamına gelmektedir.

Murat zamanında eyalet sistemine geçilmiştir. Birkaç sancağın birleştirilmesiyle “eyaletler” oluşturulurdu. Sancaklardan birisi eyalet merkezi olarak seçilmekte ve buraya “paşa sancağı” denilmekteydi. 16. yüzyılın ikinci yarısına kadar eyalet yöneticisine “beylerbeyi” sancağınkine ise “sancak beyi” denilmekteydi.  I. Bayezid ya da Yıldırım Bayezid, 1393 yılında Rumeli’ye geçerken Timurtaş Paşa’yı Anadolu Beylerbeyi olarak Ankara’da bırakması ile Batı Anadolu’da Anadolu Eyaleti kurulmuştur.

Timur’un 1402’de Orta Anadolu’ya girerek Osmanlı yönetimine tehdit oluşturması, Osmanlı ordusuyla Timur ordusunun karşılaşması sonucunu doğurmuştur. Sonuçta Osmanlılar yenilmiş, Bayezid Timur’a esir düşmüştü ve Ankara kısa bir süre Timur’un kontrolüne girmiştir.

14. yüzyıl sonu ile 15. yüzyıl sonu arasında geçen yüzyıllık dönemde, kalenin dışındaki yamaçta ve onu izleyen düzlük alanda çok sayıda cami ve mescit yapılmıştır. Osmanlı kentlerinde çoğu kez bir mescit bir mahalleyi belirlerdi. Büyük camiler, kentin kalabalık semtleri olan ticaret kesiminde külliye olarak yer almışlardır.

Ankara’da mahalleler, bir dini yapının etrafında oluştukları gibi, meslek gruplarından bazılarının ya da aynı dini inanç ve gelenek etrafında toplananların bir arada oturma istekleri sonucunda ortaya çıkmışlardır. Bu durumda camii ve medreselerin her birinin bir mahallenin çekirdeğini oluşturduğunu düşünülürse, kalenin içindeki mahallerle birlikte 15. yüzyılda Ankara’da yaklaşık 30 kadar mahalle bulunmaktadır. Bu sayı 16. yüzyılın ilk çeyreğinde ise 81’e çıkmıştır.

18. yüzyıl sonlarına doğru nüfusu 100 000 civarında olan Ankara, 19. yüzyıl üçüncü çeyreğinde 18 000 kişinin açlıktan öldüğü bir kıtlık dönemi geçirmiştir. Hızla nüfusu azalmış ve bakımsız kalmıştır. Ankara kenti, 16. yüzyıldan 19. yüzyıl sonlarına kadar, önceleri sancak sonraları ise eyalet merkezi olarak bölgenin yönetiminde önemli bir yer tutmuştur.

Devletin geçirdiği evrelere uygun biçimde zaman zaman ekonomik ve siyasi üstünlüğünü kaybetmekle beraber, her dönemde geniş bir bölgeye merkezlik yapmıştır. Tanzimat öncesi ve sonrası ilk uygulamalar burada yapılmış genelde başarılı sonuçlar alınmıştır. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra da Türkiye’nin Başkenti olarak, olağanüstü bir gelişme göstererek, çağdaş bir kent haline gelmiştir.

BİZANS VE DOĞU ROMA DÖNEMİNDE ANKARA


Anadolu’da Tarih, yeryüzü tanrısı olan Ana Tanrıça ile başlamıştı. Biz O’nu Kybele olarak tanımıştık. Binlerce yıl varlığını koruyan ve etkisini nesillerden nesillere aktaran Ana Tanrıça halkların mayasıydı. O, göklerde değil, yerde insanların yanı başındaydı. Dokundukları, gördükleri, kokladıkları hayranlık duydukları her şeydi. O, sadece insanların değil; toprağın, suyun, çiçeklerin, kuşların ve böceklerin de tanrıçasıydı.

Doğanın ta kendisiydi Ana Tanrıça. Bir ilkçağ çiftçisi evinin bir köşesine koyduğu Tanrıça heykelini izlerken onu görüyordu. Tıpkı bir orta çağ ermişinin aynada kendine bakarken tanrıyı görmesi gibi.
Ankara denilince ilk akla gelenler Ana Tanrıça Kybele ile Friglerin ilk kralı Gordios’un oğlu Midas’tır. Frigli kahinlerce Ankyra’nın kurucusu Midas Tanrı Kral mertebesine konulmuştur.

Frigler ve Frigli rahipler, Midas ve Kybele’ye olan saygılarının kanıtı olarak, Kybele’nin daha önce konakladığı tepeye, bir tapınak yaptılar. Helenistik ve sonrasında yapıldığı düşünülen tapınağın bulunduğu tepe, günümüzde Agustus/Ogüst Tapınağı’nın bulunduğu tepe olup, Hacıbayram Tepesi’dir.

Ankara Hacıbayram Camii ve bitişiğindeki Agustus Tapınağı bizi M.Ö. 7. yüzyıla kadar götürmektedir. Romalı Konsül Manilius M.Ö. 189 yılında, Ankara yakınlarında Galatları/Keltleri yenerek, Galatya’yı Roma topraklarına kattı ve Bergama Krallığı’na bağladı. M.Ö. 25 yılında da Roma’nın ilk imparatoru Agustus tarafından Roma Eyaleti haline getirilen Galatya’nın başkenti olmuştu Ankara. 600 yıl bölgeye hâkim olur ve yönetirler.

Ankara’nın en parlak dönemi Roma’nın Galatya eyaletinin başkenti olmasıyla başlar. Metropolis, yani Anakent unvanını alır. Anakent Ankara askerî açıdan stra­tejik bir öneme sahipti. İlk yıllarda kentin yönetimini Galat prenslerine bıraktılar. Kent Roma döneminde birçok yapılarla donatıldı ve diğer Roma kentlerinde olduğu gibi 12 semte bölündü. İçişlerinde bağımsız ve demokratik olarak, Romalı bir vali ve halk tarafından seçilen meclislerle yönetildi.
Bu dönemde kentin alt yapısı tamamlanmış ve Elmadağ’dan taş borularla su getirilmiştir. Tahıl üretimi, dokumacılık ve hayvancılık alanında büyük gelişmeler sağlanmıştır.

4. yüzyılın ortalarına doğru Hristiyanlığın yayılmasıyla kent, dini bir merkez olup M.S. 314 ve 358 yılları arasında Saint Synode adıyla kurulan Hristiyanlık Meclisinin önemli dini kararları almasında rol oynamıştır.

Diğer taraftan, M.S. 3. yüzyıldan itibaren Perslerin ve Gotların Anadolu’ya akınları sonucunda Doğu Roma-Bizans İmparatorluğu eski gücünü yitirdi. İstilalar sonrasında kentteki yapıların çoğu tahrip oldu ve kıtlık ortaya çıktı. İstilalara karşı koyabilmek için kentin çevresi surlarla çevrildi. Günümüzdeki Ankara Kalesi şekillendi. Roma İmparatorluğu M.S. 395 yılında ikiye ayrılınca Ankara, Doğu Roma İmparatorluğu/Bizans sınırları içinde kaldı. 
Bizans döneminde Ankara askeri ve ekonomik açıdan yine önemini korudu. Dokumacılık ve ticaret gelişti. Kent, Bizans İmparatorluğunun ileri yıllarında büyük bir dini merkez durumuna girerek Galatya Başpiskoposluğunun merkezi durumuna geldi
M.S. 615’te Anadolu’yu geçerek Kadıköy’e kadar giden Sasanilerin ya da II. Pers İmparatorluğu askerlerinin M.S 622 de Ankara’yı işgal edip, talan ettiği bilinmektedir. Bundan sonra Ankara tamamen Kale içine çekilmiş, iki kat surlarla çevrili tepenin içinde yaşadığından, kaleyi güçlendirmek için daha önceki dönemlere ait bütün binaları yıkarak, bunların malzemeleri kullanılmıştır. Bu nedenle, Roma ve Bizans dönemine ait yapıların sadece kalıntılarına ulaşılmıştır.


25 Nisan 2020 Cumartesi

FRİGLER DÖNEMİNDE ANKARA


Frigler denince aklıma ‘’Eşek Kulaklı Midas’’ miti geliyor. Liseli yıllarımızda tarih derslerini sıkıcı olmaktan kurtarmak isteyen bazı öğretmenlerimiz senaryolar ve mitlerle derse girerlerdi. Ben de bu senaryolardan biri ile, Fethiyeli Midas ile Frigler konusunu işlemek istiyorum. 

Frig Kralı Gordios ölmüştür. Halk çok üzgündür. Kral Gordios, yerine geçecek kimse bırakmamıştır. Ülkenin ileri gelenleri toplanır ve kâhinlerden yardım ister. Kâhinler kehanette bulunurlar ve şu andan itibaren Gordion'a arabasıyla ilk giren kral olacaktır derler. Kehanete uygun olan ise Kral Midas'tır. Krallığı gibi yaşamı ve ölümü üzerine de mitolojiler yazılmıştır. Yaşamı boyunca acılar çekmiş olan Midas, "eşek kulaklarıyla" ve dokunduğu her şeyi altına çevirmesiyle ünlenmiştir.

Ekonomik ve Kültür başkentleri Gordion olan Friglerin Ankara’da Hacıbayram Tepesi, Roma Tapınağı, Çankırıkapı bölgesiyle Fidanlık arasında da yerleşim yeri kurdukları bıraktıkları eserlerden anlaşılmaktadır.

Hacıbayram Camii bitişiğindeki Agustus Tapınağı’nın temellerinde Frig duvarları ortaya çıkmıştır.Ankara Anıttepe’de, Anıt Kabir ile Atatürk Orman Çiftliği arasında kalan bölgede, Frig dönemine ait 20 Tümülüs bulunmaktadır.

Hacıbayram Tepesi’nin, Frig döneminde, Tanrıça Kybele’nin oturduğuna inanılan dağ olduğu bilinmektedir. Men Kybele Tapınağı’nın Hacıbayram Tepesi’nde olduğu sanılmaktadır.

M.S. ikinci yüzyılın başlarında yaşamış olan Lidyalı gezgin Pausanias, Galatların Anadolu’ya yerleşmeleri hakkında bilgi verirken, Ankara’dan da söz eder. Ankara ya da Ankyra kentini Gordios’un oğlu Midas’ın kurduğunu ve Friglerin bir kenti olduğunu anlatır.
Latince ‘de ”Gemi Çapası” demek olan Ankyra için açıklama yapma gereğini duyar gezgin Pausanias. Midas’ın bulduğu Gemi Çapasının, kendi dönemine kadar, Jüpiter/Zeus tapınağında saklandığını söyleyerek kentin adının arkasındaki anlamı vermeye çalışır. Gemi Çapası, ne zamandan beri kentin sembolüdür bilinmez ama ikinci yüzyıldan beri paraların üstünü süslemektedir.

Ankara’nın Tarihi, Tunç Çağı Hatti uygarlığına kadar uzanmaktadır. Hatti Uygarlığı Anadolu’da 1 500 yıl sürmüş olan bir uygarlık. Anadolu yarımadasının bilinen en eski adı Hatti Ülkesi olup, M.Ö. 2 500 ile M.Ö. 630 yılları arasında bu adla anılmaktadır. Hattiler’den sonra bilinen Anadolu’daki büyük uygarlıklardan biri olan Hititler de uzun süre Anadolu’yu Hatti Ülkesi diye adlandırdılar. Hititlerden sonra sırasıyla Frigya, Lidya, Pers ve Makedonlar ile Galatlar hüküm sürdüler.

Ankara önemini korumuştur. Bunda en büyük etken, Ankara’nın topografya koşulları ve Anadolu yolları üstündeki konumunun, merkez rolü oynayabilecek bir kentin kurulmasına elverişli olmasıdır. Bu özelliğinden ötürüdür ki Gazi Mustafa Kemal başkent olarak Ankara’yı seçmiştir.

24 Nisan 2020 Cuma

PALEOLİTİK VE ARKAİK DÖNEMDE ANKARA



Ankara, Türk gezginlerle birlikte, Ankaralı olanların da biraz ihmal ettiği bir başkent. Buna karşılık yabancı gezginlerin daha iyi tanıdığı bir kent olgusu karşımıza çıkıyor. Çıkıyor çünkü ben de Ankara’dan bir süreliğine İstanbul’a taşındıktan sonra, bir bakıma yabancı bir gezgin gibi tanıdım bu kadim kenti.

Başkent olmasından kaynaklanan resmi görüntüsü ilk bakışta gezginleri yanıltıyor. Binlerce yıllık bir tarihin izlerinde olduğu gibi zengin kültürel, sanatsal ve sosyal hayatı da gözden kaçıyor. Belki de bu yüzden Ankara hiç de hak etmediği “gezilecek, görülecek neresi var ki” şeklindeki yanlış bir şöhrete sahip bulunuyor. Benim için de öyleydi.

M.S. ikinci yüzyılın başlarında yaşamış olan Lidyalı gezgin Pausanias, Galatların Anadolu’ya yerleşmeleri hakkında bilgi verirken, Ankara’dan da söz eder. Ankara ya da Ankyra kentini Gordios’un oğlu Midas’ın kurduğunu ve Friglerin bir kenti olduğunu anlatır.

Ankara’da antik dönemden kalan eserlerin en eskisi dik bir yamaç üzerinde bir kartal yuvasını andıran Ankara Kalesi’dir ve hiç kuşkusuz başkentin görmeye değer yerleri arasında ilk sırada yer alır. Bir zamanlar Ankara’nın iki önemli akarsuyu olan Hatip ve İncesu derelerinin birleştiği noktaya hâkim bir tepede bulunan Ankara Kalesi’nin kuruluş tarihi kesin olmamakla birlikte M.Ö. 3. yüzyıla kadar uzanır.

50 yıl süreyle yaşadığım Ankara’yı yabancı bir gezgin gibi yeniden tanımaya ve keşfetmeye çalıştım. Sanırım geçim derdinin yanı sıra nasılsa buradayız, tanımak için vaktimiz var diye zaman ayıramamıştım. Oysa pek de vakit yokmuş aslında. Frig Kralı Midas’ın kurduğu Ankara’yı içinde yaşadığım dönemde yeterince tanıyamamışım. İstanbul’a taşındıktan sonra farkına vardım. Yine de geç kalmış sayılmam. 

Anadolu’da Tarih, bir yeryüzü tanrıçası olan Ana Tanrıça ile başlamıştı. Binlerce yıl varlığını koruyan ve etkisini nesillerden nesillere aktaran Ana Tanrıça halkların mayasıydı. O, göklerde değil, yerde insanların yanı başındaydı. Dokundukları, gördükleri, kokladıkları hayranlık duydukları her şeydi. O, sadece insanların değil; toprağın, suyun, çiçeklerin, kuşların ve böceklerin de tanrıçasıydı. Doğanın ta kendisiydi Ana Tanrıça.

Bir ilkçağ çiftçisi evinin bir köşesine koyduğu Tanrıça heykelini izlerken onu görüyordu. Tıpkı bir orta çağ ermişinin aynada kendine bakarken tanrıyı görmesi gibi. 

Ankara denilince ilk akla gelenler Ana Tanrıça Kybele ile Friglerin ilk kralı Gordios’un ölümünden sonra yerini alan Midas’tır. Krallığı gibi yaşamı ve ölümü üzerine mitler üretilmiş olan Midas, yaşamı boyunca acılar çekmiş ve sürprizlerle karşılaşmış biridir. Mitolojik açıdan, “Eşekkulaklarıyla” ve “dokunduğu her şeyi altına çevirmesiyle” ünlenmiştir. Mitolojiye göre Kral Midas’ın acı dolu hayat öyküsü şöyle başlar.
Frig Kralı Gordios ölmüştür. Halk çok üzgündür. Kral Gordios, yerine geçecek birini de bırakmamıştır. Ülkenin ileri gelenleri toplanır ve kâhinlerden yardım ister. Kâhinler kehanette bulunurlar ve şu andan itibaren Friglerin politik ve kültürel başkenti Gordion’a arabasıyla ilk giren kral olacaktır derler. Kehanete uygun olan ise Kral Midas’tır.

Bu günkü Fethiye olan antik kent Telmessos’tan, demir çemberli tekerlekleri olan bir araba ile ayrılan Midas, Kral Yolunda haftalarca zorlu bir yolculuk yaparak, Bey dağlarıyla Toros dağlarını aşar. Yanındaki yaşlı annesi ve babası ile Kuzey Frig ülkesine ulaşmaya çalışır. Frigli kahinlerin kehanetinin gerçekleşmesi için zamanda geri sayım başlamıştır. Zorlu bir yolculuktan sonra arabasıyla Gordion’a ilk giren olur. Gordion’lu kâhinlerin kehaneti uyarınca da Frig Kralı seçilir.

Midas ile ilgili bu mitolojiden sonra, Gordion bir bakıma Ankara’dır. Atalarımızın meyve toplayıcı ve avcı, bazen de av olduğu dönemlere uzanalım biraz da… Paleolitik ya da Eski Taş Çağı, M.Ö. 60 000 ile 10 000 yılları arasındaki dönemi kapsar. İnsanlığın ilk ortaya çıkışından, günümüzün 12 000 yıl öncesine kadar süren dönem Arkaik Çağ dönemidir.

Yerleşik bir yaşamları olmayan Eski Taş Çağı insanları, genellikle meyve ağaçları ve av hayvanlarının bulunduğu sulak yerlerde bulunuyorlardı. Avcı ve meyve toplayıcı durumundaki atalarımız için Ankara’nın topoğrafya koşulları da buna uygundu. Ankara yöresindeki çeşitli kazılarda ortaya çıkan buluntular bu durumu kanıtlamaktadır.
Anadolu Medeniyetleri Müzesi ile Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü Müzesinde sergilenmekte olan buluntulara göre, Paleolitik dönemde, Ankara ve çevresinde zengin bir yaşam olduğu ortaya çıkmaktadır. Yine bu buluntulardan, Ankara bölgesindeki kalıcı yerleşimlerin Frigler döneminde olduğu kanıtlanmaktadır. Kente adını veren Kral Gordios’ tur. Frigya uygarlığı denildiğinde de ilk akla gelen Kral Midas olur.  M.Ö. 719-707 yılları arasında Gordion’da hüküm sürmüş olan Midas ‘’Eşek kulaklı Midas’’ olarak da bilinir.

23 Nisan 2020 Perşembe

CUMHURİYET DÖNEMİNDE ANKARA



Payitaht İstanbul’dan Başkent Ankara’ya, İmparatorluktan Cumhuriyete giden ve 19 Mayıs 1919’da başlayan süreçte Ankara hem işgalden kurtarılmanın karar merkezi hem de yeni kurulan devletin çağdaşlaşma atılımlarının merkezi olmuştur.

23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisini açıp, çocuklara armağan ettikten sonra, 13 Ekim 1923 tarihinde ‘’Türkiye Devleti’nin başkenti Ankara şehridir.’’ Kanun maddesi kabul edilmişti. Bu tarihten sadece 16 gün sonra, 29 Ekim 1923 Pazartesi günü ‘’hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir’’ dendikten sonra doğan devletin adının ‘’cumhuriyet’’ olduğu kabul edilmiş ve ülkeye duyurulmuştu.

Ankara’nın ‘’Başkent’’ ve Yeni Türkiye Devleti’nin yönetim şeklinin ‘’Cumhuriyet’’ olduğu Nutuk’ta Mustafa Kemal tarafından bu şekilde belirtilmişti. Belirtilmişti ama hiç kimse yoksulluklar içinde, sosyal yaşamı olmayan, evsiz, yolsuz, elektriksiz, susuz ve kıraç bu Anadolu kasabasını benimsememişti.  Yabancı devletlerin büyük bir bölümü elçiliklerini İstanbul’da tutmaya devam ediyorlardı. Bu olumsuzluklara rağmen Ankara hızla yapılanmaya başlamıştı. Başta Meclis binaları olmak üzere fakülteler, sergi, konser ve tiyatro salonları, konservatuvar, spor tesisleri, hipodrom ve yeşil alanların yapı gerçekleştiriliyordu.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun ilk yıllarındaki toplumsal ve mekânsal yapıdaki dönüşüm noktalarından ilki ve en önemlisi, Ankara’nın Başkent olması kararıdır. Cumhuriyet ile yaratılacak yeni kültürün bütün ülkeye yaygınlaştırılacağı ve örnek alınacağı yer Ankara ‘dır. Yeniyi, çağdaşı ve geleceği, Ankara’daki toplumsal ve mekânsal dönüşümler belirleyecektir. Tarih sonrası yıpranmış, nüfusu azalmış, fakirleşmiş Ankara, yepyeni bir kimliğe bürünmeliydi. 
Öncelikle konut ve ulaşım sorunları çözülmeliydi.  Bunun için, Ankara’nın yeniden yapılanması ve modern bir kente dönüşmesi gerekiyordu. Bu nedenle, kentin ivedilikle yapılanması için yeni imar yasaları çıkarıldı. İstasyondan Ankara Kalesine giden ana yol genişletilmiş ve çevresinde bir dizi kamu binaları yapılmıştı. Dönemin ünlü mimarlarından Vedat Tek, İstanbul’dan Ankara’ya getirilmiştir. Mimar Vedat Tek, Ulus’taki Eski Meclis binası ile karşısındaki Ankara Palas Otelinin tasarımlarını yapmıştır. Vedat Beyin İstanbul’a dönmesi üzerine, yerini Mimar Kemalettin Bey almış ve projelerin yürütülmesini sağlamıştır. Daha ilk yıllardan itibaren, Ankara’nın genişlemesinin, güneyde Yenişehir ve Çankaya Köşküne doğru; doğuda ise Cebeci ve Dikimevi tarafına doğru olması düşünülmüştür.

1920’li yıllarda, Ankara’nın yeniden yapılanması çabalarına katkıda bulunan başka mimarlar da olmuştur. İstanbul Güzel Sanatlar Akademisinde öğretim görevlisi olan İtalyan Mimar Giulio Mongeri ve Mimar Kemalettin’in öğrencilerinden biri olan Arif Hikmet Koyunoğlu da Ankara’ya gelip, yeni oluşuma katkıda bulunanlardır. Ulus Meydanı ile Yenişehir arasındaki ana yol çevresinde; birçok bakanlık binasının yanı sıra banka binaları da yapılmıştır. İtalyan Mimar Mongeri ’nin tasarımı olan binalardan; Ziraat Bankası Genel Müdürlüğü, Osmanlı Bankası, Tekel Başmüdürlük ve Ulus’taki İş Bankası binaları yapılmıştır.

Ayrıca; Arif Hikmet Koyunluoğlu’nun tasarımı olan binalar, Türk Ocağı, Etnografya Müzesi ve eski Dışişleri Bakanlığı binaları da Çankaya’ya uzanan ana yol üzerinde, bu günkü Atatürk Bulvarı çevresinde yerini almıştır. Bina tasarımları 20. yüzyıl başlarında İstanbul’da gelişen Mimari üslup ya da yapım biçimidir.

Bunlar; geniş saçaklı çatıları, kuleleri ve çıkmalarıyla, geleneksel Osmanlı Mimari tarzını taşırlar. Cephelerinde; Çini ve taş kabartma motiflerini kullanan birbirine benzer yapılardır. Bütün bu yapılar, Birinci Ulusal Mimarlık Üslubu olarak tanımlanmış. 1920-25 yılları arasında Ankara, plansız ve programsız olarak büyümüştür. Ankara ‘daki imar denetimini sağlamak amacıyla yapılan birçok plan denemesinden sonra; geniş ve kapsamlı bir Ankara planı için, 1927 de, Uluslararası bir yarışma düzenlenmişti.

Uluslararası yarışmayı kazanan ünlü Alman Şehir Mimarı Hermann Jansen, 1928-32 yıları arasında, kendi adıyla anılan planı hazırlar. Çağdaşı ve geleceği simgeleyecek Ankara’da, bu dönüşümün en iyi algılanabileceği yer ise Atatürk Bulvarıdır. Ankara Kalesi ve civarındaki dokuyu koruyarak, ancak bu doku ile bağlantılı olan ve çok daha geniş alanlara yayılan yeni yerleşim ve yapılaşma planını uygulamaya sokar.


Jansen, bu adı var kendi yok Anadolu Kasabasından, çağdaş bir Başkent yaratmak için kolları sıvar. Hiç durmadan tekrarladığı” biliyorsunuz, Avrupa Kentlerinin hemen hepsi, motor ve motorlu taşıtlardan önce yapılmıştır.” sözüdür.  Jansen’e göre,” motorlu taşıtlar, eski anlayış ve kuraları alt üst etmiştir. Kentlerin, insanlarla birlikte taşıtların da hareket edebilecekleri ve konaklayabilecekleri kent yapılaşmaları gerekmektedir.”

Otomobiller için ayrılmış çok geniş bir bulvar, bu bulvara açılacak caddeler, her caddeyi de bir bloğa bağlayacak yan yolların yapılması gerekir. Kapıları caddelere değil de yan yollara açılacak bahçeli evler, apartmanlar yapılmalıdır. 

Ankara’nın tamamında; dokuyu bozmayacak şekilde düzenlenecek alt ve üst geçitler yardımıyla, trafik memurlarının bulunmayacağı ve trafiğin düzen içinde akacağı işlek yollar oluşturulacaktır. Yollar boyunca ağaçlar dikilecek, modern kentleşmenin gereği, dört katlı evler yapılacak ve çok katlı yapılara izin verilmeyecektir.


Belkemiğini Yenişehir Semtinin oluşturduğu Atatürk Bulvarı, Ulus’tan Çankaya’ya doğru, 6 kilometre boyunca, ağaçlarla ve çevresinde en çok dört katlı binalarla uzar gider. Jansen Planında, Ulus semtinin ticaret merkezi olarak kalması, ancak, yönetim merkezinin Yenişehir semtine kayması düşünülmüştür. Bakanlıklar bu plana göre düzenlenmiştir.

Bentderesi yöresinin plandaki yeri, sanayi kuruluşları ve işçi mahalleleridir. Memurların ve üst düzey yöneticilerin Bakanlıklar yöresinde yapılanması düşünülmüştür. Genelkurmay Başkanlığı ile Kumrular Caddesi arasındaki Devlet Mahallesi bu düşüncenin ürünüdür.1932 yıllarında, Jansen Planında öngörülen bütün yapılaşmalar gerçekleştirilmiştir.


1963 yılında öğrenci olarak geldiğim Ankara’da, Jansen Planında belirtilen özelliklerden bazılarını bulabilmiştim. Atatürk Bulvarı ile Gazi Mustafa Kemal Bulvarının kesiştiği noktada, Maltepe yönüne dönerken, planda sözü geçen koşullara uygun, şirin bir Kızılay Binası vardı. Şimdi onun yerinde, devasa bir alışveriş binası bulunmaktadır. 

Zafer Meydanında, herkesin nefes alabileceği şirin parkımız da yok artık. Şimdilerde Yenişehir, Ankara’da Kızılay’ın içinde kaybolmuş bir semt haline geldi. Kızılay’daki Menekşe, Nergis ve Büyük sinema gibi birçok tarihi yapı ve mekân da sessiz sedasız yok oldu. Kurtulabilenlerden Devlet Mahallesi’nin de geleceğinin ne olacağı belirsiz…

21 Nisan 2020 Salı

BAŞKENT ANKARA


Ankara… Ankara… Güzel Ankara!
Seni görmek ister her bahtı kara,
Senden yardım umar her düşen dara.
Yetersin onlara güzel Ankara.

Dizeleriyle tanımıştım sanal olarak Ankara’yı. 1963 yılında Ankara Yüksek Öğretmen Okulu Hazırlık Lisesi'ne geldiğimde gerçek Ankara ile karşılaştım. 1969 yılına kadar öğrenci olarak kaldım Ankara'da. Yüksek Öğretmen Okulu Hazırlık Lisesi'ni, Ankara Atatürk Lisesi'nde Konuk okul olarak bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik Fizik bölümünde 5 yıl lisans öğrencisi olarak bulundum.

Bir yıl gecikme ile okullar bitti ve 1969-1970 öğretim yılında Isparta'da, Sanat Enstitüsü ve Teknisyen Okulu'nda, Matematik-Fizik öğretmeni olarak göreve başladım. 1972 yılı Ocak ayında, görülen lüzum üzerine bakanlık emrine alınmamla birlikte, tekrar Ankara’ya döndüm. 57 yıl daha Ankaralı olarak yaşadım. Ankara’yı tanımak ve tanıtmak boynumun borcudur diye düşündüm. Haydi, başlayalım öyleyse…Ankara, Türk gezginlerle birlikte, Ankaralı olanların da biraz ihmal ettiği bir başkent. Buna karşılık yabancı gezginlerin daha iyi tanıdığı bir kent olgusu karşımıza çıkıyor. Ben de gezgin olarak Ankara'ya geldiğimde tanımaya başladım bu kadim kenti.

Tarihi M.Ö 4000 yıllarına kadar uzanan Ankara, Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte ülkemizin başkenti olur. Sahip olduğu manevi coğrafyanın üzerine inşa edilerek bu günkü görünümüne ulaşır. Coğrafi olarak Türkiye'nin merkezine yakın bir konumda bulunur ve Batı Karadeniz Bölgesi'nde kalan kuzey kesimleri hariç, büyük bölümü İç Anadolu Bölgesi'nde yer alır. Yüzölçümü olarak ülkenin üçüncü büyük ilidir. Bolu, Çankırı, Kırıkkale, Kırşehir, Aksaray, Konya, Eskişehir illeri ile çevrilidir.

Ankara'nın başkent olarak ilan edilmesinin ardından şehir hızla gelişmiş ve buna paralel olarak da günümüzde Türkiye'nin, 6 milyona yaklaşan nüfusuyla, ikinci en kalabalık ili olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarında ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayanan ilin topraklarının yarısı hâlâ tarım amaçlı kullanılmasına rağmen, nüfusunun sadece %3'ü köylerde, %70'i ise il merkezinde yaşar.

Ekonomik etkinlik büyük oranda ticaret ve sanayiye dayalıdır, tarım ve hayvancılığın ağırlığı ise giderek azalmaktadır. Ankara ve civarındaki gerek kamu sektörü gerek özel sektör yatırımları, başka illerden büyük bir nüfus göçünü teşvik etmiştir. Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze, nüfusu ülke nüfusunun iki katı hızda artmıştır.

Nüfusun yaklaşık dörtte üçü hizmet sektörü olarak tanımlanabilecek memuriyet, ulaşım-haberleşme ve ticaret benzeri işlerde, dörtte biri sanayide, %2'si ise tarım alanında çalışır. Sanayi, özellikle tekstil, gıda ve inşaat sektörlerinde yoğunlaşmıştır.

Günümüzde ise en çok savunma, metal ve motor sektörlerinde yatırım yapılmaktadır. Türkiye'nin en çok sayıda üniversiteye sahip ili olan Ankara'da ayrıca, üniversite diplomalı kişi oranı ülke ortalamasının iki katıdır. Bu eğitimli nüfus, teknoloji ağırlıklı yatırımların gereksinim duyduğu iş gücünü oluşturur.



İlin ulaşım altyapısı başkent eksenlidir; buradan otoyollar, demiryolu ve hava yoluyla Türkiye'nin diğer şehirlerine ulaşılır. İlin Batı Karadeniz Bölgesi'nde yer alan kuzey kesimleri haricindeki büyük kısmı İç Anadolu Bölgesi’nde yer alır ve kara iklimine sahiptir. Şehirler dışındaki il topraklarının büyük kısmı tahıl tarlalarıyla kaplı platolardan oluşur. İlin çeşitli yerlerindeki doğal güzellikler korumaya alınmış, dinlenme ve eğlence amaçlı kullanıma sunulmuştur. İlin adını taşıyan tavşanı, keçisi ve kedisi dünya çapında bilinir, armudu, çiğdemi, yerel yemeklerden Ankara tavası ve Kızılcahamam'ın maden suları ise ülke çapında tanınır. 

Ankara ve çevresi tarih öncesi çağlardan itibaren sürekli olarak yerleşim görmüştür. Ankara'nın bilinen tarihi Paleolitik Çağa kadar uzanmaktadır. Bu döneme ait çeşitli eserlere Gâvurkale, Ergani, Lodumlu ve Maltepe'de rastlanmıştır. Kent merkezindeki ilk yerleşmenin Ankara Kalesi'nin bulunduğu bölge olduğu tahmin edilmektedir. İlkçağ kentleri için zorunlu olan üç koşul Ankara'da mevcuttu. Güvenlik açısından ulaşılması zor olan sarp kayalıklı tepe, gıda gereksinimi için Çubuk Ovası ve su için de Hatip Çayı.


Ankara il sahası tarih öncesinden günümüze dek pek çok medeniyeti barındırmıştır. Hititler, Frigyalılar, Lidyalılar, Persler, Galatlar, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular, Osmanlılar ve nihayet Türkiye Cumhuriyeti, il topraklarını kontrolleri altında tutmuştur. Türkiye Cumhuriyeti'nin başkenti olan Ankara şehri ve Frigyalı ların başkenti Gordion, il sınırları içinde yer alır.

Yıldırım Bayezid'in Timurlenk'e yenik düştüğü Ankara Muharebesi Çubuk yakınlarında ve Kurtuluş Savaşı'nın dönüm noktası olan Sakarya Muharebesi Polatlı yakınlarında yapılmıştır. 1402’de yapılan Ankara savaşı ve 1403’te Timur’un Ankara’yı terk edişinden sonra, Bayezıd’ın beş oğlundan dördü arasında uzun bir süre taht kavgaları sebebiyle, Ankara şehzadeler arasında el değiştirmiştir.

11 yıl süren ve Fetret Devri olarak bilinen siyasi karışıklıklar nedeniyle Ankara ekonomisinin gelişmesi durmuş, üretim azalmış, bölgeler arası ticaret zayıflamış ve nüfus artışı durmuştur. Fetret Devri’nden sonra Osmanlı hâkimiyeti devam etmiştir. 16. yüzyıldan 19. yüzyıl sonlarına kadar, önceleri sancak sonraları ise eyalet merkezi olarak bölgenin yönetiminde önemli bir yer tutmuştur.

27 Aralık 1919 yılında Mustafa Kemal'in An­kara'ya gelmesiyle kentin geleceği değişti. Kurtuluş Savaşı sürecinde, 23 Nisan 1920'de, Büyük Millet Meclisi açıldı. 13 Ekim 1923' de Ankara başkent ilan edildi ve 29 Ekim 1923’te de Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Cumhuriyetin ilk yıllarında An­kara bozkırın ortasında çorak, bakımsız, sıtmalı bir kasaba görünüşlü kentti. Yaklaşık nüfusu 30. 000 dolaylarındaydı. Ankara aradan geçen 100 yıl sonrasında hızla gelişerek modem ve çağdaş bir kent olmuştur.

20 Nisan 2020 Pazartesi

ANADOLU MEDENİYETLERİ MÜZESİ URARTU KRALLIĞI



Van Gölü’nün güneydoğu sahilindeki başkenti Tuşba olan Urartu Krallığı, özellikle Asur imparatorluk devrinde, Anadolu’nun siyasi tarihinde önemli bir rol oynamıştır. Başkent Tuşba günümüzdeki Van kalesi'dir. Krallığın merkezi, Van Gölü’nün doğu ve güneydoğu sahillerinde yer alıyordu. Yazılı kaynaklardan öğrenildiğine göre Urartular, İ.Ö. 13. yüzyılın sonları ile İ.Ö. 6. yüzyılın başları arasındaki dönemde, Van merkez olmak üzere, devlet olarak ortaya çıkmışlardır. Urartu toprakları yüksek ve kayalık dağlarla çevrili düzlüklerden, platolardan, dar ve derin vadilerden meydana gelmiştir.

Doğu Anadolu’nun sert doğa koşullarına uymak zorunda kalan Urartular, hayvancılık ve ziraatta başarılı olmuşlardır. Doğu Anadolu Bölgesi hayvan yetiştirilmesine uygun olduğu kadar ziraata elverişli ovalara ve zengin maden filizlerine de sahiptir. Eski zamanlardan beri, bölgenin bu doğal zenginlikleri, Mezopotamya kavimlerinin dikkatini çekmiştir. Bu zenginliklerden dolayı bu topraklar sıkça Asur akınlarına uğramıştır. Asurlular İlk çağda, Ortadoğu’nun en büyük imparatorluklarından biri olmuştur. M.Ö. 2. bin yılın başından itibaren özellikle Anadolu’da koloniler kurmuş, Anadolu’ya yazıyı taşımışlardır.
Bu akınlara karşı koymak zorunda kalan Urartular İ. Ö. Birinci binin başlarında birleşerek, merkezi Van olan Urartu Devletini kurmuşlardır. Urartular Asur etkisinden kendilerini kurtaramamışlar ve başlangıçta onların dilini, yazılarını kullanmışlardır. Çivi yazısını kullanmış olan Urartuların dillerini anlamak, ele geçen Asur ve Urartu dillerinde yazılmış iki yazıt ile bu dili çözmek mümkün olmuştur. Az sayıdaki resmi veya ticari mektuplar pişmiş toprak tabletler üzerine yazılmış metinlerle yapılmış. 

Ele geçen Urartu çivi yazılı tabletleri sayıca çok az olup, kontrat ve mektuplardan oluşmaktadır. Urartuların en önemli kitabeleri; taş levhalar üzerinde, bina bloklarında veya kayalar üzerindedir. Bunun yanında Hitit hiyeroglif yazısına benzeyen bir çeşit resim yazısını da kullanmışlardır. Ele geçen Urartu çivi yazılı belgelerde Urartu krallarının kazandıkları zaferlerden, ele geçirdikleri esir ve ganimetlerden, inşa edilen sulama kanalları, kaleler ve mabetlerden söz edilmektedir. Büyük su kanalları ile suni göller yapan Urartular, araziyi sulamada ve bataklıkları kurutmada büyük başarılar elde etmişlerdir. Yazılı tabletlerden edinilen bilgilere göre, Asur kralları, Urartu bereketinden, mabet ve resmi depolarının zenginliğinden söz etmişlerdir.

Teokratik bir devlet yapısına sahip olan Urartu Devleti feodal bir sistemle yönetilirdi. Urartu’nun sınır bölgelerinde, Hitit Devletinde olduğu gibi, krala bağlı beylikler vardı. Bu beylikler krala vergi verirler, fakat kendi bölgelerinde bağımsız olarak hüküm sürerlerdi. Kuvvetli kalelerde oturan bu beyler, savaş zamanlarında ordularıyla birlikte Urartu kralının emrine girerlerdi. M. Ö. 9. ve 8. yüzyıllarda en parlak devirlerini yaşayan Urartular, sarp ve kayalık olan bölgelerinin imarlaştırılmasında oldukları gibi, mimarlıkta da usta olduklarını, inşa ettikleri saray ve mabetlerle göstermişlerdir. Yapılarını bu bölgenin coğrafi şartlarına uydurmuşlar, çok özel olarak işledikleri 20 – 25 ton ağırlığındaki taşları sarp tepelere çıkararak, anıtsal yapılar inşa etmişlerdir. 

Urartu Mimarisi Asur mimarisinden farklı bir gelişme göstermiş olup, genel olarak taş kaidelere basan ince, uzun ağaç direklerin hâkim olduğu bir yapı tarzı kullanılmıştır. Tapınak, saray ve yönetim binaları ve çeşitli işlikleri içeren Urartu kaleleri, sık kuleli surlarla çevrilidir. Bu yapılar; konumları, planları ve yapım teknikleri ile anıtsal mimarlık örnekleridir.

Özellikle kendilerine özgü tapınakları ve saraylarındaki çok sütunlu kabul salonları, Urartuların mimarlık tarihine getirdiği yeniliklerdir. Altıntepe Tapınağı bu tipi en iyi tanıtan örnektir. Urartu sanatının en önemli özelliklerinden biri de bu anıtsal yapıların duvarlarını süsleyen duvar resimleridir. Urartuların resmi yapılarını süsleyen duvar resimleri büyük ölçüde Asur resim sanatından etkilenmişse de bazı motifler ve üslup bakımından ondan ayrılık gösterir. Canlı ve renkli çeşitli motiflerden oluşan duvar resimlerinde, geometrik ve bitkisel motiflerle çeşitli hayvan sahneleri işlenmiştir. İ. Ö. 8. yüzyılın son yarısı ile 7. yüzyılın ikinci yarısına tarihlenen bu resimler Doğu Anadolu’nun sert doğası içinde gelişen Urartu uygarlığının sanata gösterdiği ilgi hakkında fikir vermektedir.

Çiçek ve geometrik motiflerle oluşturulan kompozisyonlar, kutsal ağacın iki yanındaki kanatlı cinler, kanatlı sfenksler, kutsal hayvanlar üzerindeki tanrılar, hayvanlar arasındaki mücadele ve diğer hayvan sahneleri en çok sevilen konulardır. Urartu maden sanatının kendine özgü heykelciklerle süslü tunç kazanları Frigya’ya, Kıta Yunanistan’a ve İtalya’ya ihraç edilmiştir. Urartu sanatında tunç levha işlemenin önemli bir yeri vardır. Kemerler, miğfer ve kalkanlar, adak levhaları, koşum takımları, okdanlık ya da sadaklar bu grup içinde sayılabilir. Tunç kemerlerde dikkati çeken özellik, simetriye verilen önemdir. Bir başka özellik ise figür ve motiflerin defalarca Urartu sanat eserleri arasında önemli bir grubu da mühürler oluşturmaktadır. Silindir ve damga mühürlerin yanı sıra silindir – damga biçiminde olanlar Urartuların mühürcülük alanına getirdiği önemli bir yeniliği göstermektedir. Mühürler üzerinde hayvanlar, karışık varlıklar ve bitkisel motifler bol olarak kullanılmıştır. Fildişi işçiliği geleneğini Urartular büyük bir başarıyla devam ettirmişlerdir.

Çoğu mobilyalara ait olan fildişi parçaları Urartuların bu alandaki dikkat çekici özelliğini göstermektedir. Bunlar arasında kuş başlı, kanatlı cinler, insan yüzleri, geyik kabartması, kavuşturulmuş iki el biçiminde yapılmış aplike parçalar ve aslan heykelcikleri sayılabilir. Bunlardan üçayaklı sehpaya ait yatan aslan, Ön Asya’nın fildişinden yapılmış en büyük aslan heykelciğidir. 

Urartu beylerinin bir taraftan kayaların içine diğer taraftan yerin altına görkemli anıtlar olarak inşa edilen mezar odalarına, ağaç ve taştan yapılmış lahitlere gömülmüş olmalarında Asur krallarının büyük etkisi olmuştur. Oda mezarların yanında ve üstlerinde bulunan kaya oyuğu mezarlara da fakir halkın ya da esirlerin gömülmüş olmaları mümkündür. Urartu mezarları bırakılan ölü hediyeleri bakımından çok önemlidir.


19 Nisan 2020 Pazar

ANADOLU MEDENİYETLERİ MÜZESİ GEÇ HİTİT KRALLIĞI


Hititlilerle ilgili ilk görsel bilgim İvriz Kaya Anıtı ile gerçekleşmiş, Tarih Öğretmenimiz Hüseyin Seçmen’in aktardığı bilgilerle olgunlaşmıştı. Ardından Ankara Anıtkabir Aslanlı yolda Hititlerin sanat üslubu ile yaptıkları, kuvvet ve sükuneti temsil eden aslan heykelleri ve Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ndeki eserleriyle de doruk noktasına çıkmıştı.

Anadolu’da varlığını sürdürmüş uygarlıkların geleceğe bıraktıkları eserlere bakıldığında, onları genellikle göz alıcı bulmaktayız. Eserlerin yaratıcılarının, bu süreçte hangi kaygı ile hareket ettiklerini tam olarak bilenmese de “güzellik” arayışlarının olduğunu rahatlıkla söylenebilir.
Bergama Sunağı, Herakles Lahdi, Truva Eserleri ve daha niceleri, bizlere estetik kaygısı olan bir sanatçının elinden çıktığı hissini verir. Hitit eserlerine baktığımızda genellikle aynı incelik hissedilmese de onların sanatçı kişiliğinin olmadığı anlamına gelmez.

Hitit mimari ve sanat anlayışının geleceğe etkisi o kadar büyüktür ki, Prof. Dr. Ekrem Akurgal Anadolu’nun Kültür Tarihi adlı kitabında Selçuklu, Osmanlı külliyeleri ve Topkapı Sarayı’nın Hitit özellikleri taşıdığını belirtiyor.

Hitit dönemi eserlerine baktığımızda çoğunlukla eserlerin masif kayaya işlenmiş kabartmalar olduğunu görürüz. Kabartmalar görkemli görülmese de ayırt edici bir unsur taşır. Basit bir örnek vermemiz gerekirse, gördüğümüz eserin Hitit dönemine ait olup olmadığını az çok tahmin edebiliriz.

Bu noktada coğrafya belirleyici bir rol oynar. Antik Yunan eserlerinde mermerin pürüzsüzlüğünü çok sık görürüz. Kullanılan malzeme yaşanılan coğrafyanın sanatçıya sunduğu bir araçtır. Hititlerin yoğunlukla kayaları ve toprağı işlemelerinin nedeni, bulundukları bölgenin ona sunduğu malzemeyi kullanmaları olabilir.

Özellikle ilk başta göze kaba görünen taş eserlerin, malzemenin doğasına sadık kalınarak işlenmesi bir tercih olabilir. Kayalara işlenen ürünleri, mükemmel bir biçim ile hayal ettiğimizde muhtemelen doğal olan hali bizlere daha güzel görünür. 

M.Ö. 1200’lerde, başta Frigler olmak üzere, batıdan gelen Ege göçlerinin saldırıları eski gücünü kaybeden Hitit İmparatorluğu’na son vermiştir. Başkentleri Boğazköy ile bütün Hitit kentleri yakılıp yıkılmıştır. Hititlerin bu saldırılardan kurtulabilenleri güney ve güney-doğu Torosların dağlık bölgelerine, Tuz Gölü ve Fırat Nehri arasına çekilmişlerdir. Buralarda tekrar örgütlenerek, tarihte son Hitit Beylikleri çağını yaşamışlardır.

Asurluların sürekli saldırıları ile Hitit beyliklerinin tarih sahnesinden silindikleri devir olan M.Ö. 700 yıllarına kadar, Hitit geleneği devam ettirilmiştir. Bu küçük Hitit beylikleri ya da krallıkları, M.Ö. birinci binin ilk çeyreğinde; İç Anadolu’nun kuzey- batısında Frig, Doğu Anadolu’da Urartu, Kuzey Mezopotamya’daki Asur Krallıkları arasında yaşamlarını sürdürmüşlerdir.

Geç Hitit kentlerinin etrafı güçlendirilmiş surlarla çevrilmiştir. Bu kentlerdeki ana bölümü oluşturan İdari ve Dinsel işlevli anıtsal yapılar, yerleşkenin tepesinde ek bir savunma sistemiyle korunan bölgeye çekilmiştir. Kentler; sarayları, caddeleri, anıtsal merdivenleri ve meydanları ile bir bütün olarak planlanmıştır. Saraylar, çoğunlukla bir avlu çevresine yerleştirilmiş birbirlerini bütünleyen yapılardan oluşmuştur. Hilani adı verilen bu yapılar; girişi sütunlu, dikdörtgen planlı olup dönemin özgün mimarlık örneğidir.

Geç Hitit sanatının önemli özelliklerinden biri de mimari ile heykeltıraşlığın birlikte uygulanmasıdır. Kentleri çeviren sur duvarlarındaki kapılar ve saray cepheleri, kabartmalı taş bloklarla kaplanmıştır. Ortostad adı verilen bu uygulama, günümüzde de bina ve duvar cephelerinde uygulanmaktadır. Geç Hitit sanatı, Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ndeki taş eserlerde görülmektedir. Malatya yakınındaki Aslantepe şehrinin kapısını süsleyen kabartmalar ve iki aslan heykeli, geleneksel Hititli öğelerini yansıtmaktadır. Kabartmalardan bir grup üzerinde, Malatya Beyliği Kralı Sulumeli’nin tanrı ve tanrıçalara içki sunuşu betimlenmiştir.

Kabartmalar üzerinde; Tanrıça Kubaba için yapılan dinsel törenler, Karkamış Kralı Araras’ın en büyük oğlu Kamanas’ın veliahtlığa atanması sahneleri, savaş arabaları, Asurlular ile yapılan savaşın zafer sahneleri, tanrı ve tanrıçalar, karışık varlıklar betimlenmiştir. Bu kabartmalarda Hitit ve Asur sanat özelliklerinin bir arada kullanıldığı görülmektedir. Müzede en çok bulunan eser Karkamış ile ilgili olanlardır. Uzun Duvar, Kral Burcu, Kahramanlar Duvarı ve Su Kapısı olarak adlandırılan kabartmaları müzede orijinal durumlarına uygun olarak yerleştirilmiştir.

Güney Anadolu’daki en önemli Geç Hitit şehir krallıklarından biridir Karkamış. Gaziantep'in Suriye sınırında bulunan Antik Karkamış’ın önemi, Mezopotamya ile Anadolu ve Mısır’ı birbirine bağlayan yolların kavşak noktasında bulunmasındandır. Karkamış Antik Kenti, M.Ö. 8000 yılından başlayarak, Geç Hitit döneminin sonuna kadar kesintisiz büyük bir yerleşim alanıdır ve dünyanın en önemli kent merkezlerinden biridir. İnsanlığın ve ilk medeniyetlerin kurulduğu bölgelerin başında Mezopotamya ve Nil vadisinin geldiğini biliyoruz.

Karkamış antik Kenti tarih içinde Anadolu’dan Mezopotamya ve Mısıra uzanan yolların çok önemli bir noktasında yer alıyordu. Dünya tarihinde ilk kez atlı arabaların savaş aracı olarak kullanıldığı bölge Karkamış’tır. Karkamış çok sık el değiştirmesine rağmen, Geç Hitit döneminde Kraliyet merkezidir. 

Geç Hitit döneminde, Karkamış hangi devletin elinde bulunuyorsa, o devlete çok büyük ekonomik ve askeri avantajlar sağlıyordu. Kuzey Suriye üzerindeki ekonomik çıkarların çatışması üzerine, Hititler ile Mısır arasındaki anlaşmazlık Kadeş Kenti civarında yapılan savaşa neden olmuştur. M.Ö. 1275’te Mısırlılar ile Hititler arasında yapılan Kadeş Antlaşması, tarihteki ilk yazılı antlaşmadır. Bu antlaşma yazılı tabletlere geçmiştir.
Geç Hitit şehir krallıkları kültürünün ortak bir karakteri de Hitit hiyeroglif yazısıdır. Hitit çivi yazısının kullanılmadığı bu devir kabartmalarında Hitit hiyerogliflerinin yer aldığı görülmektedir. Karkamış kabartmalarının yanı sıra, Anadolu Medeniyetleri Müzesi salonlarında sergilenen Andaval (Andabalis) Kabartmasında, Sultanhanı-Kayseri ve Köylütolu Anıtlarında bunu görmek mümkündür.

Geç Hitit Çağı’nın Anadolu arkeolojisi ve sanatındaki önemi Hitit sanatını M.Ö. 700 yıllarına kadar yaşatmış olmasındandır. Malatya, Sakçagözü, Kargamış kabartmalarında başı üzerinde kanatlı güneş kursu olan güneş tanrısı ile tanrı şapkasının tepesinde hilal bulunan kanatlı ay tanrısı betimlemeleri, bu devirde de hala güneş ve ay tanrıları kültünün devam ettiğini gösterir.